<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://draft.blogger.com/navbar/8803590869867872531?origin\x3dhttp://temrinler.blogspot.com', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

temrinler

<$Blo

Burada olmak istememişti, gerçi nerede olmak istediğini de bilmiyordu ya… Çevresini saran onca irikıyımın yanında çocuk gibi kalan, ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adamdı. Hem büyük şehirden binlerce kilometre uzakta görünen, hem de büyük şehrin tam göbeğinde bulunan bu geniş, yarı-çöplük arazide, bir başka deyişle, kentin en ünlü erkek pazarında dikilmiş, müşteri bekliyordu. Nasıl bazı kadınlar çaresiz kalıp kötü yola düşüyor, kötü kadın olup vücutlarını satıyorlarsa, erkekler de bedenlerini bu amele pazarında parayı bastıranın hizmetine sunuyorlardı; o da diğer ameleler gibi kötü yola düşmüş, kötü adam olmuştu

Buraya gelmesi hiç kolay olmadı. Önce doğması gerekmişti mesela. Üstelik fakir mi fakir bir ailenin beşinci çocuğu olarak. Çalışmamayı prensip edinmiş, yan gelip yatmaktan yorgun düştüğünde ya annesini, ya kardeşlerini döven babası vardı. Belki ailenin en küçüğü olduğundan, belki de çocuğun yüzüne bakınca hep ismi aklına geldiğinden, ufak oğluna bir fiske bile atmamıştı. Hata... Elinin kaç kilo çektiğini iyi ezberlemiş diğer dört evladı, bu ağırlık hakkında bilgi edinmekten mahrum bırakılarak kayırıldığını düşündükleri kardeşlerine kin beslerlerdi; onu oyunlarına dâhil etmez, yedikleri dayakların hıncını ondan çıkarırlardı. Korkuyordu. Vücudu böyle ağır bir işin üstesinden gelebilir miydi ki? Gelemeyebilirdi. Çevresini saran onca irikıyımın yanında çocuk gibi kalıyordu. Geniş geniş omuzlar, bacağı kalınlığındaki kollar, sakallı makallı insanlar... Amelelikte de tutunamazsa sırada ne var, bilmiyordu; bu ihtimâli düşünmek bile istemiyordu. Kötü yola düşmüştü, daha fena ne olabilirdi ki? Etrafına bakındı. Kimi amele adayları yere çömelmiş sigara içiyordu. Üçlü, dörtlü gruplar. Buralar yazın bile çamurlu; batakhane diye boşuna demiyorlardı ya... Pişpirikte dünya üçüncülüğünü zorlayan baba, zengin evlere temizliğe giden anne, onu düşman bellemiş dört kardeş: üç bilinmezli bir denklem. Hâlbuki İmdat’ın matematiği hiç iyi değildi. İmdat… Neden bu ismi aldığını bir gün bile sorgulamamıştı nedense; İmdat ol demişlerdi, o da olmuştu. Oysa birçok varsayım ortaya atılabilirdi: Teni deterjan kokan anasının beşinci çocukla gelen feryadını dışavurma şekli olabilirdi örneğin; belki de nüfus memurunun karşısına çıkan tembel babası oğluna isim düşünürken olay mahallinde bir hırsızlık vakası vukû bulmuş, baba da “İmdat!” diye cırlayan şişman kadından kopya çekmişti. Her hâlükârda, böyle garip sayılabilecek bir isim almış, ama kafasını meşgûl eden, durmaksızın beynini gıdıklayan sayısız detay arasında imdat kelimesine bir türlü sıra gelmemişti. Hiçbir şey üzerine düşünecek öyle çok şeyi vardı ki... Üçlü dörtlü gruplar. Çekingen adımlarla yanlarına yanaştı. Mahâlledekilerden, inşaatta çalışmak istiyorsa burada beklemesi gerektiğini öğrenmiş, bir tersliğe mahal vermemek için sabahın köründe kalkıp gelmişti; ancak prosedürün tam olarak nasıl işlediği hakkında yeterince bilgisi yoktu. İşveren neredeydi mesela? Parayı kimden alacaklardı? İnşaat malzemeleri neredeydi? Evi bu araziye mi dikeceklerdi? Ev nasıl dikiliyordu? Soru işaretleri İmdat’ın üzerindeki baskıyı biraz daha arttırsa da, yanlarına yaklaştığı diğer amele adaylarına bir şey sormaya cesaret edemedi. Ne biçim bir dilde konuşuyordu bu insanlar? Ya İmdat’a oyun edip onu aralarına almamak, böylece hakkına düşen yevmiyeyi cebe indirmek için şifreli bir dil kullannıyor, adice planlar yapıyorlardı; ya da çalışmak için çok fakir bir ülkeden buraya gelmişlerdi. Hiç okumamıştı İmdat. İlkokula sadece bir yıl tahammül edebilmiş, defter, kalem, silgi, kalemin ucu, kalemtraşın çöpleri nereye atılacak, tahta, tebeşir, tebeşir tozlarını biriktirip yeni tebeşir yapmalı derken ikinci senesinde hem kendini, hem ona bir harf bile yazdırmayı başaramayan öğretmenini azat etmişti. Okumayı sökemeden sokaklara dönmüş, sabahtan akşama dek aylak aylak gezinmiş, kaldırım yanlarından yokuş aşağı akan yağmur sularını takip etmişti. Yabancı ülkeden her gelen yabancı mı sayılırdı? Alamanya vardı, sonra Amerika, Fransa... Oralarda başka dil konuşulduğunu biliyordu, fakat oralara nasıl gidileceği konusunda en ufak fikri yoktu. Buradan yabancı ülkeye giden, oradakiler için de yabancı mıydı? Peki oradan geri döndüğünde, buradakilere yabancı sayılır mıydı? Şu koca hayatında, bulunduğu şehrin dışına adımını atmamıştı İmdat. Aslına hayatı da pek koca sayılmazdı; topu topu yirmi küsur sene... Ama o, artık “koca” olmak istiyordu. Hem çevresindekiler gibi koskocaman, hem de evlenip, karısının kocası olmak. Yaşının gereği, bazı ihtiyaçlarını gidermesi şarttı, kötü kadınlara verecek parası da yoktu. Şöyle kendi mahâllesinden, sessiz, sakin, iyi huylu, ona aptal muamelesi yapmayacak bir kızla… Kendini kandırıyordu; yıllar önce gerçek aşkına ulaşamayacağını öğrenmiş olsa da, hâlâ ondan vazgeçemiyordu işte. Elini sağ cebine attı, katlanmış eski gazete kâğıdı yerinde mi diye şöyle bir yokladı. Gönüllü cehaletinden ötürü sadece bir kez pişmanlık duymuştu, sadece bir kez okumayı denemişti. İlkokulu terk edişinin sekizinci yıldönümünde, abisinin yatağının altında bulduğu gazetedeki o fotoğrafa takılmıştı gözü. Sayfanın dörtte birini kaplayan, siyah iççamaşırlı, etine dolgun kadın. Güzellik başını döndürmüş, dengesini bozmuştu. Ona dair her şeyi bilmek, onu tanımak, mümkünse kalem tutan bir arkadaşının yardımıyla ona mektup yollamak, mümkün değilse adresini öğrenip kapısına dayanmak... Bir şeyler yapmalıydı. Ancak fotoğrafın altında ne yazdığını delice merak etse de, alay konusu olacağını bildiğinden, kimselere soramıyordu. Aradan günler geçmiş, İmdat her nefes alıp verişinde fotoğraftaki kadına biraz daha âşık olmuştu. Böyle pozlar verdiğine göre kötü bir kadındı, fakat bunu dahi umursamıyordu; gerekirse ailesine kafa tutar, babasından kalacak borç mirasını reddeder, yine de o melekle evlenirdi. Genelde boş kalan sofralarına rağmen yemeden içmeden kesilmeyı başarmıştı; yalnız kaldığı her an, cebinden sevgilisinin resmini çıkarıp saatlerce onu izliyordu. Amele adayları arasında geçen konuşmaların şifresini çözemese de, elinde olmadan, üç kişilik bir gruba biraz fazla yaklaştı. Adamlar İmdat’ı yanlarında görünce susup ona baktılar; heyecana kapıldı. Bir grup oluşturmak için kaç kişi lazımdı? İki? Üç? Nutku tutulmuştu. Kurnazca hazırladıkları planın farkında olduğunu, onu kandırıp yevmiyesini alamayacaklarını yüzlerine haykırması mümkün değildi; fakat bu sessizliği bozması, bir şey söylemesi de gerekiyordu. Yaşlıca olanın saçları beyaz, kaşları kapkaraydı; ötekisinin gözleri maviydi ama pek saçı yoktu; berikinin kıyafetlerindeki beyaz boya lekelerine bakılırsa, o bu işte epey tecrübeliydi, ağzında da sigara. Sigara! Can havliyle bir tane istedi. Sigara içmiyordu oysa; yıllar önce birkaç kez denemiş, boğazını kaplayan acı tadı da, ciğerlerini dolduran yoğun dumanı da sevememişti. Kafasını eğerek teşekkür edip yanlarından ayrılayazsa da, sigarayı uzatan işgüzar adam hemen çakmağını da çıkardığı için durmak zorunda kaldı. Böyle plastik çakmaklar, içinde çok az gaz kalmışken diklemesine yere fırlatılıp dibi yere vurdurulunca patlardı. Sonunda o amansız bekleyiş canına tak etmiş, kalem tutan arkadaşı bulup fotoğrafın altındaki metni okutmuştu - okutmaz olaydı: İççamaşırlı kadının kocası ölmüşmüş, yas tutuyormuş, bu yüzden karalara bürünmüş. Zavallı dul kadınmış. Acısı öyle büyükmüş ki, bundan sonra kimseyle beraber olamayacakmış. Duyduklarıyla yıkılan İmdat'a, uğruna her türlü cefaya göğüs germeyi göze aldığı melek kadının onu asla sevemeyeceği söyleniyordu. Üstelik aşkına kötü kadın muamelesi yapmış, bu saf, bu kusursuz varlığa çamur atmıştı. Utanıyordu; aşkını kalbine gömmekten, düşüncelerini başka bir odakta yoğunlaştırıp aşkını unutmaktan mecburen sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi, avuçlarıyla ateşi koruyarak sigarasını yaktı. Sanki saman yiyordu... Yine de rolünü layığıyla oynayıp hiç bozuntuya vermeden kafasını eğerek tekrar müteşekkir olduğunu belirtti, amele adaylarına arkasını dönüp ağır ağır uzaklaştı. Yazın altı delik ayakkabı giyme lüksü herkese nasip olmazdı. Serin serin... Ama burası bu mevsimde bile çamurluydu. Vıcık vıcık... Belki yeni denemesinde hoşuna gidebileceğini umarak derin bir nefes çekti; sigara aynı sigaraydı. Yüzünü ekşitse de, ağzındakini yere atamıyordu, ikram edene ayıptı. Adam bu saygısız davranışı görüp bozulursa, gizli planlarını daha da zalimleştirebilirlerdi. Az ötede bir moloz yığını vardı neyse ki; arkasına geçip sigaradan kurtulabilecekti. Dumandan gözleri yaşarmaya başladığı için adımlarını hızlandırdı, kısa sürede moloz tepeciğini adamlarla arasına almayı başardı; görüş alanlarının dışındaydı artık. İğrenerek ağzındakini çıkarttı, fırlatıp attı. Yarı-çöplük arazinin temiz havasıyla doldurdu ciğerlerini. Kısacası, bir işe girmekten başka çaresi kalmamıştı. İşin kötüsü, işin iyisi kötüsü olmaz diye düşünse de çıraklık yaşını çoktan geçmişti, kimse koca adamı çırak diye yanına almak istemiyordu; yedi ilâ on yaşlarındaki çıraklar çok modaydı o yıllarda. Gene de birkaç yere girmeyi başarmıştı. Testereler, menteşeler, suntalar, vidalar, eğeler, çiviler, çekiçlerle ömrünün en ağır detay bombardımanına tutulduğu yirmi iki günlük marangozluk kariyeri, yaşamının en kayda değer, en yorucu, en yoğun evresi sayılabilirdi. Berberlik macerasıysa sadece yedi gün sürmüştü. Tam berber aletlerinin hükmünden kurtulup aklını başına devşireyazmışken, berber olacak herif kulak arkasıyla ensedeki ufak tüyleri almak için bir kibrit çakmış, bu inanılmaz tanıklık İmdat’ı allak bullak etmişti. Sonuçta her iki deneyimi de azıcık parayla çokça tokat kazandırmıştı ona. Zaten çalışmayı sevmiyordu; canı sıkılıyordu iş başındayken. Kiremit parçaları, boy boy taşlar, plastik kova... Onu amelelerden kurtaran moloz yığını dikkatini çekti. Paslanmış yamuk yumuk bir bisiklet, tekerlekleri kayıp, ucu eksik bir sopa, zamanında kürek ya da kazmaymış. Her şey yer çekimi etkisi gösteriyordu İmdat için. Dünya üzerinde o kadar çok, o kadar farklı çekim gücü vardı ki, birinden kurtulamadan ötekisinin etki alanına giriyordu. Bir bakıma, gördüğü her şey ona eşit çekim kuvveti uyguladığından, kuvvet sıfırlanıyor, İmdat havada asılı kalıyordu. Ömrü boyunca onu kendine en çok çeken, gazetedeki siyah iççamaşırlı dul kadın olmuştu, ama o bile İmdat’ı yere indirmekte yetersiz kalmıştı. Zaten inmek için de özel bir çaba ya da arzusu yoktu. Moloz yığınının çekim alanında, tahta parçalarına, demir çubuklara doğru sürüklenirken güzel bir sandalye cesedi ilişti eline. Marangozluk ihtisası, bu cesedin güzel bir sandalyeye ait olduğu teşhisini koymasını sağlıyordu. Bir bacağı kırık olmas Ne?! Canı yandı. Annesi sıkı can iyidir, kolay gevşemez, derdi. Çalışmaktan çok çabuk sıkıldığına inanıyordu; tabiî bir de, ailesiyle ustalarından defalarca işittiği üzere, beceriksizliğinin, şapşallığının kurbanı olduğuna. Asıl sorunuysa dikkat dağınıklığıydı; odaklanmakta güçlük çekiyordu. Deli doktorlarının ileri seviyede konsantrasyon eksikliği teşhisi koyması muhtemel bir vaka olmasına rağmen o, konserveden ötesini bilmiyordu. Yeni bir eyleme giriştiğinde, aklı hemen bambaşka bir konuya takılır, detaylarda kaybolup giderdi. Aslında şu sandalyenin de bir bacağı kırık olmasay Ah! Tahta üzerindeki ufarak teferek bir kıymık, sol el işaret parmağının tam ucuna batmıştı. Sandalyeyi hışımla köşeye fırlattı. Minicik şey canını nasıl da yakıyordu... Yine de kolay pes etmedi; pazarda limon satmaktan hamallığa, eskicilikten dilenciliğe uzanan zengin meslek yelpazesiyle dikkat çekici bir kariyer sahibi oldu; hiçbirinde tutunamayınca da hırsızlık yapmaya karar verdi. Hırsız İmdat... İsmiyle tezat yaratan bu yeni zanaatını icra ederken, kendi adını olabildiğince az duymak için uğraşması gerekiyordu. O zamanlar hırsızın, uğursuzun kol gezmediği şehirlerinin bu eksikliğini gidermeye ant içmiş bir gençlik koluna katıldı, henüz pek bilinmeyen kapkaç alanında uzmanlaşmaya karar verdi. Doğru bir tercihti bu; ahlâken değil de, pratikte doğruydu. İmdat gibi sarsak biri gizlice evlere sızıp kimsenin ruhu duymadan hırsızlık yapamazdı; dizini bir sehpaya çarpar, elindeki televizyonu yere düşürür ya da üçüncü kata pencereden girmeye kalkıp kafayı gözü yarar, ama illâ ki sakarlığını sergileyecek bir yol bulurdu; oysa sıska bedeni kapkaça uygun sayılırdı, fena da koşmazdı hani. Tek yapacağı, yolda yürüyen yaşlı bir kadının çantasını kapıp kaçmaktı; bu basit işte tutunamaması için hiçbir neden yok gibi görünüyordu. Kıymık onu gafil avlamıştı. Parmağına batan şu minicik şey canını nasıl da yaklaşan bir gürültü vardı. Kıymığına şaşırmaya fırsat bulamadan, artan gürültünün kaynağını öğrenmek amacıyla saklandığı yerden fırladı. Amele adayları ayaklanmıştı, garip bir endişe sarmıştı hepsini. Herkes telaşlıyken telaşsız kalmak onu korkuttu; aynı duygudan yoksun olduğu için ne yapacağını bilemiyordu, diğerlerini taklit edip kafasını onların baktığı yöne doğru çevirince ilerideki kamyonu fark etti. Arkasına taktığı koyu toz dumanıyla, gittikçe hızlanarak geliyordu. Acaba rakip bir işçi grubu muydu bu? Ya da düşman bir müteahhit? Dev gibi kamyonuyla onları ezip bu araziye gömecek, sonra da üzerilerine kendi evlerini dikecekti. İmdat yine amansız soru işaretleriyle cebelleşmekteyken, kamyon yanlarına kadar sokulup U dönüşü yapmış, kıç tarafını itişip kakışmaya başlayan kalabalığa çevirip durmuştu bile. Hırsızlık macerasındaki ilk girişiminde gözüne kestirip çantasını çalmaya niyetlendiği yaşlı kadının, gülle atma dalında ülkesini uluslararası platformda temsil etmiş ilk kadın sporcu olduğunu ya da en yakın karakolun otuz metrelik mesafede bulunduğunu tahayyül edememişti. Polis beyler, İmdat’ın çocukluğunu iyi etüt etmiş olacak, o yıllardan kalan dayak açığını kapamak için takdire şayan bir efor sarf etmiş, sonra da onu mahpushaneye yollamışlardı. Okuma-yazma bilmeyen insanlar için bir dönüşe U adının verilmiş olması gaddarcaydı. Kıçı dönük kamyonun yük kasasında bir adam belirdi, kasalar, marangozhanede yaptıkları kasalar geldi aklına, pazardaki limon kasaları, hırsızlık kariyeri devam edebilse açacağı kasalar... Tepedeki adam ağzındaki sigarayı çıkarmadan konuşuyor, bağırarak mırıldanmayı başardığı için söyledikleri duyulsa da tam kavranamıyordu. Amele seçmeye geldiklerini anladı, hemen öne atıldı; onu da seçmesi için kendini göstermeye çalışsa da kalabalığı yarıp en öne ulaşması mümkün değildi. Omuzlardan, sırtlardan aşılmaz bir duvar örülmüştü. Kamyon yirmiye yakın ameleyle tıka basa dolunca, sigaralı adam tamam diye bağırdı; yeterli sayıda kötü adam almışlardı. Kamyon kasasının kapağı kapandığında polis beyler bilmiyorlardı ki hapis İmdat için ceza değil, bir ödüldü; ondan, hiçbir şey yapmayıp öylece beklemesini istemişlerdi – İmdat’ın seve seve yerine getireceği bir görev. Ancak güzel günler asla uzun sürmezdi; daha birinci ayını yeni doldurmuş, odaklanabileceği sınırlı mekânın tadını çıkarmaya yeni başlamışken, cezanı çektin, artık serbestsin, demişlerdi. Felek... Karmakarışık hayata tekrar atılması, sonsuz detayla dolu şehre dönmesi gerekiyordu. Üstüne üstlük, hiç istemese de, kötü yola düşüp amele pazarına gitmekten başka seçeneği kalmamıştı. Geldiği hızla araziden uzaklaşırken peşine taktığı toz bulutu ilkine oranla biraz sönük kalmış kamyonu izleyen İmdat’ın kafası karıştı. Başka kamyon gelecek miydi? Az önceki şansı kaçıran, ama beklemeye devam eden diğer amele adaylarına bakılırsa, yeni fırsatlar da çıkacaktı karşılarına. Yeni kamyon için tetikte olmalıydı, bir dahaki seçici kurula kendini beğendirip işe aldırmak lâzımdı. Göğüs şişkin, boyun dik, omuzlar geniş. Özveri sahibi, tuttuğunu koparan bir amele. Bu sefer kamyon kasasındaki yeri çantada keklikti, bir yıllık ilkokul tecrübesi haricinde hiç çanta kullanmamıştı. Sol işaret parmağındaki kıymık... Niçin gelmişti? Neden gitmiyordu? Öyle güzelim sandalyeyi bırakıp da İmdat’ın parmağına batması gerçekten de olacak şey değildi. Milyonlarca türdeşiyle içiçe yaşamak varken yalnızlığı seçmesi, tanımadığı bir dünyaya yerleşmesi... Kıymığı çıkarmak için didinse de, başparmağıyla orta parmağının yardımı yetersiz kalıyor, öteki elini de bu kurtarma operasyonuna dâhil etmesi gerekiyordu. Gerçi kıymığın da parmağından çıkmaya hiç niyeti yok gibiydi ya... Kim bilir, belki kimsenin sevmediği, hiçbir yerde barınmasına izin verilmemiş, evsiz barksız bir kıymıktı bu. Büyük umutlarla saplandığı ahşap sandalye dahi onu istemeyince, şansını bir de İmdat’ta denemeye karar vermişitiyordu yükselen motor sesini; yeni bir kamyon gelmişti! Bu sefer ne yapması gerektiğini biliyor olmanın özgüveniyle, yaklaşan kamyonu aradı, buldu - içini doldurup, çoktan inşaat alanının yolunu tutmuş hâlde... Hatta aralarında açılan mesafenin uzunluğuyla, kamyonun tıngır mıngırlığı da hesaba katılırsa, işçi alımlarının epey önce yapıldığı kolayca anlaşılabilirdi. Dalmıştı yine... Ama suç onda değil, şu kahrolası kıymıktaydı! Dikkatini dağıtmak, onu oyalayıp, yaklaşan kamyonları fark etmemesini sağlamak uğruna elinden geleni ardına koymuyordu. Kötü adam olup amelelik yapmasını, azıcık para kazanmasını önlemek için parmağına dadanmıştı; İmdat bu tuzağa düşemezdi. Hem ne yılışık, ne yapışkan bir şeydi bu böyle?! İzin mizin almadan parmak ucuna konaklayıvermişti. Şimdi, istenmediğini anladığı hâlde kılını bile kıpırdatmadan, saplandığı deride keyif sürüyordu. Hiç mi utanması arlanması yoktu? Tamam, şansını denemişti bir kere, ama olmuyordu işte, parmak sahibi onu orada istemiyordu; uzatmanın mânâsı yoktu, ayıp denen bir şey vardı. Ayıp denen birkaç şey vardı; elâlemin rızkına göz dikip hırsızlık yapmak vardı, yaslı dul kadınların sililiğine çamur sıçratmak vardı. Peki bir tür yanlış anlama söz konusu olamaz mı ki, diye düşündü. Aslında ne kıymık, ne sandalye birbirlerinden ayrılmayı arzulamışlardı. Kıymığın dalgın bir ânına denk gelmiş, İmdat’ın eli sandalyeye değince boş bulunup biricik sandalyesinden koparak yabancı olduğu bir işaret parmağın ucuna batıvermişti. Bu beklenmedik ayrılıkla şok geçiren sandalye ne durumdaydı kim bilirii. İmdat’ın yüzü güldü. Hasrete son verip âşıkları tekrar birleştirmek ona düşüyordu anlaşılan. Moloz yığınının yanına gidip yine eski sandalyeye dokunacak, elindeki kıymık sevdiğine kavuşup vuslata erecek, ikilinin buhranları son bulacaktı. Böylesi yüce bir görevi üstlenmekten ne kadar gurur duysa azdı. Kıymığı çıkarmakla uğraşmayı kesti, zaten faydasızdı; o, bir tek aşkı için terk ederdi derisini. Emin adımlarla molozlara yürüdü, sevenleri kavuşturmak boynunun borcuydu. Yığına vardı, yığın vardı, sonra sandalye, kıymık, orman, ağaçlar, odun, kereste, ahşap, testere, marangoz atölyesi, mobilya, zanaat… Hepsinden bir anda kopmuş, yeni çekim kuvvetinin yörüngesine oturmuştu. O ne şirin martıydı öyle! Koskoca şehirde tutmuş, İmdat’ın tam dibine konmuştu. Arazideki çöplüklerde yemek bulmaya gelmiş olmalıydı. Deniz kıyılarında özgürce süzülmek, yüzüne çarpan, tüylerini dalgalandıran rüzgâra karşı uçmak varken neden bu pis yerdeydi? Balık avlamasını beceremiyor muydu? Kıyıdaki ya da teknelerdeki insanlara şirinlik yapıp yiyecek de mi bulamıyordu yani? Martıyla göz göze geldi; evet, sezebiliyordu, aynı kaderi paylaşıyorlardı, ne bir baltaya sap olabilmiş, ne de dilencilik, hırsızlık gibi kolay yollarla karnını doyurabilmiş İmdat’la bu martı arasında bir ruh ikizliği mevcut olmalıydı. O da İmdat gibi kötü yola düşmüş, kötü martı olup çöplüklere konmuştu. Aynı yolun yolcusuydular; birbirlerine bakıyor, birbirlerinin gözleri içinde kendilerini görüyorlardı; sonsuzlukta yolları kesişen iki paralel doğru gibi, karşı karşıya konulmuş, ebediyen birbirlerini yansıtan iki ayna misali. İmdat martısını sevmek, öpüp koklamak istedi; kendini daha yakın hissedebileceği bir canlı var mıydı şu koca dünyada? Koca... Elini tekrar cebine atıp içerideki buruşuk gazete kâğıdını şöyle bir yokladı, kara iççamaşırlı dul kadın bu defa gerçekten de canını yakmıştı; bu işte, parmak ucundaki kıymığın da parmağı vardı tabiî. Kıymık... Kıyıdaki martıları yakalayıp gizlice kıyma yapan kasap. Kar beyazı martısını okşamak için ona doğru eğilince, hayvan ürküp kanatlarını çırparak geriye kaçtı. Bu hareket biraz sinirine dokunmuştu. Ne biçim bir yaratıktı bu? Hayvan dediğinin sezgileri kuvvetli olmaz mıydı? İmdat’tan bir zarar gelmeyeceğini sezemiyor muydu ki? Üstelik, sanki onu daha da rahatsız etmek istermiş gibi, tiz, iç gıcıklayıcı bir çığlık da atmıştı. Hayır, artık martıdan hoşlanmıyordu, defolup gitsindi. Ona doğru hızlı bir adım atıp ayağını sertçe yere vurdu; kuş hiç oralı olmamıştı. Tekrar vurdu; martı istifini bozmadan, inadına İmdat’a yaklaştı. Nasıl da gülüyordu gagasının kenarından! Niyeti alay etmekti. Hangi akla hizmet, kendini bu martıyla özdeşleştirmişti ki? Bir üstündeki yıllanmış paçavralarına baktı, bir de martının bembeyaz, tertemiz tüylerine. Böyle bir çöplük için fazla güzel, fazla parıltılıydı. Buraya caka satmaya gelmişti anlaşılan; İmdat gibi kötü yola düşüp üstüne başına pislik bulaştırmadığını, bir uğrayıp hemen gideceğini göstermek için. Nasıl da kasım kasım kasılıyor, nasıl da böbür böbür böbürleniyordu?! Anî bir hamleyle, birkaç metre ötesindeki bu kibirli kuşun üzerine atılmayı, bedenin sıkıca kavrayıp boynunu zevkle kırmayı arzuladı. Hâlâ karşısında dikilen martıysa tüylerini kabartıp hava atmakla meşgûldü. Kuşun açığını kollamalı, kaçmasına izin vermemeliydi. Önce hayvan yakalanıp tüyleri tek tek yolunur, ardından da boynundaki omurların kırılırken çıkardağı hoş sedaya kulak verilir. Şimdi tam zamanıydı işte! Hamle yapmak için vücudunu hafifçe kamburlaştırdığı sırada öteden bağıran amele adaylarının dilinden anlaması, yeni kamyonun arazilerine yaklaşırken çıkardığı gürültüden korkup İmdat’la alay edercesine son bir çığlık atarak havalanan kuşa bakakalması, hem avını elinden kaçırdığına üzülüp hem de kamyona seyirtecek vakti aynı anda kendine yaratamak zorunda kalması İmdat'ı yordu. Toparlanmaya çabalayıp moloz tepeciğini aştığındaysa kamyonun az önce gelmiş olduğunu fark etti. Yetişmesi mümkündü. Umut dolu bir heyecanla, son sürat koştu, kamyonun kasasının dolmasına ramak kalmışken yanlarına vardı. Bu araçla gelen seçici jüri üyesine haykırdı nefes nefese: Onu da almaları gerekiyordu, çünkü ne iş olsa yapardı abi. Adam, jüri heyeti başkanlığı gibi mühim bir görevin verdiği ağırlıkla, İmdat’ı şöyle bir süzdü, sonra “kusura bakma” emir kipi eşliğinde kapağı kapattı. Emir kiplerine alışıktı İmdat. Üstelik “kusura bakma” oldukça iyi huylu bir emre benziyordu; şu pek de koca olmayan ömründe, ona lâyık bulunan sayısız emir kipi karşısında kip kalmayı bilmişti. Ana babası, abi ablaları, ustaları, kısa süreli patronları, mahâlledekiler… İmdat’a emir vermekten çekinmiyordu hiç kimse. Şimdi, madem öyle isteniyordu, kusura da bakmayıverirdi. Hem zaten, şu an bakması gereken daha önemli bir şey vardı. Gözbebeklerini, sol işaret parmağının ucuna çevirdi. Artık derideki kaşınma safhası çoktan aşılmış, basbaya canı acımaya başlamıştı. Kıymığı, öteki elinin tırnakları arasına sıkıştırmayı bir becerse, tereyağıyla kıldan bahsetmek mümkün olacaktı; fakat öyle ufak, öyle ince bir tahta parçasıydı ki, gözlere görünmekte bile kararsızdı. Hangi akla hizmet gidip de tutmuştu ki sandalyeyi?.. Ustası zamanında sandalyelerden çok bahsetmişti ona; herşeyin tekerleklisi makbuldü, bir tek sandalyenin tekerleklisinden korkmalıydı; ayrıca zengin ülkelerde bizdeki gibi urgan kullanılmaz, köylerinde de sandalyelerinde de elektrik bulunurdu. Çaresizce etrafına bakındı. Ne yapacağını, bedenine yerleşen bu asalaktan nasıl kurtulacağını bilmiyordu. Yardım mı isteseydi acaba? Bir hayırsever, kıymığın ucundan sıkıca tutsa, “üç” diyince ikisi de son bir gayretle asılıp kıymığı yerinden çıkaramazlar mıydı? Kendi gibi arazide kalan, umudu tükenmeye başlamış bir avuç insanı inceledi; hepsi somurtuyordu, bunlar amele bile değildi, olsa olsa amele artıklarıydılar. İstenmeyen, beğenilmeyenlerdi. Akşam pazarında tezgâhlar toplanırken, geride bırakılmış sebze-meyveleri andırıyorlardı. Yerdeki ezilmiş domatese basıp kaymasa, dengesini yitirip düşerek elindeki bir kasa limonu etrafa saçmasaydı... Artıkların suratlarındaki yılgınlık, İmdat’ın da şevkini kırdı. Değil İmdat’a, kendilerine bile hayrı dokunmazdı bu sefil adamların! Onlar gibi olmak istemiyordu, olmayacaktı. Diğerlerinden ayırılmasını sağlayan, onu farklı kılan kıymığı vardı en azından. Narin, biricik kıymığı neden çıkmıyordu hâlâ? Ne inatçı tahtaydı. Tahta bile değildi, çöptü, değersiz bir fazlalıktı; ağaçların, ahşap ürünlerinin yüz karasıydı! Ömrü boyunca imza atabileceği en büyük başarı, kendi gibi zavallılarla bir araya gelip talaş olmaktı. Bu zorakî birliktelikten fazlasıyla sıkılmaya başlamıştı İmdat. Keşke o topal sandalyeye hiç dokunmasaydı... Elinden bir şey gelmeyenlerin son sığınağı keşke’ye dahi başvurduğuna göre, epey güç durumdaydı; dış müdahale olmaksızın bir çıkış bulması mümkün görünmüyordu. Çevresindeki bıkkın amele adaylarından ne farkı kalmıştı ki? Pazarcılar, iş bitip tezgâh toplanınca onlar gibi artıkları atlarına yedirirlerdi. Buraya kadar düşeceğini tahmin etmemişti; her seferinde, yeni bir fırsatın karşısına çıkacağına, ne yapıp edip, bir çıkış yolu bulacağına inanmıştı. Oysa şimdi yenik hissediyordu, kötü adamlığı bile kotaramamıştı. Yeni bir kamyonun geldiği de yoktu… Vardı. Yoktu yoktu... Yoksa var mıydı? Uzaklardan, gürültü yakıştırmasını hak etmeyecek kadar cılız bir ses duyuluyordu. Kurtuluşu olabilir miydi bu? Buzları çözülüp tekrar canlanan diğer amele adayları, kulaklarının İmdat’ı yanıltmadığını doğruluyorlardı. Henüz kimse ağzını açmamıştı; yanılıp da hayâl kırıklığına uğramaktan çekiniyordu herkes. Bu bezginliğin üstüne bir düş kırıklığı daha eklenirse, altından kalkılamayacak bir yüke dönüşebilirdi. Derken, ufukta kamyon göründü. Artık yavaş yavaş yükselmeye başlamış güneş, ilerideki kamyonun camına vuruyor, yaklaşan araç, üzerilerine gelen bir göktaşı misali parlıyordu. Maharetli bir elden çıkan taşlar deniz yüzeyinde en az beş-altı defa sekebilirdi, göktaşları gökte kaç kez sekiyordu? İmdat’ın kalbi hızla atmaya başladı, bu son şansıydı, akşam pazarına son bir müşteri daha uğramıştı, atlar aç kalabilirdi, kurtuluş bileti ayağının dibine kadar geliyordu. O kamyona kesinlikle binecek, yük kasasında oturacaktı. Yüksekte oturan bir adam canlandı gözleri önünde... Kimdi bu?.. O kadar tepede ne işi vardı?.. Önü kırmızı kamyon, tıpkı ilki gibi U dönüşü yapıp kıç tarafını onlara döndü, sert bir frenle durdu. Kasadan kafasını uzatıp aşağıdakilere bakan bıyıklı adamın morali bozuğa benziyordu; amele seçmek için bu saate kalırsa, böyle artıklara talim edeceğinin bilincindeydi, uyuyakalıp gecikmelerine neden olan şoföre kızgınlığı dinmemişti hâlâ. Yanına çıkabilmek için kendini paralayan bir avuç adama baktı sinirle; inşaatları çok ağır ilerlediğinden, birkaç amele daha alması icap etmişti. Yerdekilerin yaş ortalamasının yüksekliğinden dem vurup, yalnızca altı genci kamyon kasasına bindirdi; İmdat’la kıymığı da boş buldukları yere hemen çömdüler, sert bir kamyon kasasının bu denli rahat olabileceğini hiç tahmin etmemişlerdi. Saatlerce ayakta dikildiği için yorgun olsa da sevinci bedenine söz geçirmeyi başarıyordu; sonunda felek onun da yüzüne gülmüş, amele adaylığından ameleliğe terfi etmişti. Parmağındaki acıyı bile çoktan unutmuş, zihnini dizlerindeki tatlı sızıya yoğunlaştırmıştı. Elleriyle, hemen yanında oturduğu kasa kapağına sıkıca tutundu; kasa kapağı açmak öyle her hırsızın harcı değildi, daha öğrenmesi gereken çok şey vardı. Kamyonun üzerinden geçtiği her tümsek, arkadakilere ufak çaplı depremler şeklinde yansıyor, İmdat sarsıntıyla bacaklarını kastıkça, dizlerindeki sızı da tatlılığını yitirerek çirkinleşiyordu. Tıpkı başlangıçta hafif hafif kaşınan, şimdiyse canını bir hayli yakan kıymık gibi. Kıymık. Ayrılıkları uzun bile sürmüştü, tekrar gözlerini ona dikti. Tahta parçacığının çevresindeki pembeleşmiş deri mora çalmaya başlıyorken, daha ilk çantasını bile çalamamışken, çanta sahibi yaşlı kadından dayak yerken, iççamaşırlı dul kadını düşleyip yemek yemezken, giyecek iççamaşırı kalmadığı için kötü yola düşerek amele olurken, rampalarla, çukurlarla dolu bu kötü yolda son sürat ilerleyen kamyondan düşmemeye çalışıyordu. Kıymığın asıl amacı, saplandığı yerde dingin bir yaşam sürdürmek miydi, yoksa daha da ileri gidip vücudun içine girmek mi? Acaba deriyi zorlayıp, diplere sokulmaya çalıştığı için miydi bu ağrı, bu morartılar? Ya başarsaydı? Ya sadece bir ucu değil de tamamı tenini delip geçseydi? Bir kere deriyi aşan, önüne çıkan kas dokularını da hayli hayli aşardı. İrice bir damarla karşılaşacaktı sonra; damar, kıymık için çocuk oyuncağıydı, onun çeperini de delip rahatça içine girmesini bilirdi, bir kere damara girdi mi de, bedende istediği her noktaya kolayca ulaşabilirdi; önce kirli kanı kendine çeken kalpte alırdı soluğu, odacıklar, kapakçıklar arasında yolunu kaybetse de çıkışı kısa sürede bulur, pompalanan temiz kana kendini bırakıp yüksek debinin yardımıyla hemen beyne ulaşırdı. Devamı malûm. Beyne varan kıymık saat gibi tıkır tıkır işlettiği şeytanî suikastının son hamlesini de gerçekleştirir, beynin en hayatî noktalarından birine saplanıverirdi. Hayat bilgisi dersinin vücudumuzu tanıyalım ünitesine gelemeden okulu bırakmış biri olarak, tüm bunları nasıl bildiğine kendi bile şaştı. Doktor... On beş yaşlarına gitti aklı, gel-gitlere gebe bir zihin coğrafyasına sahipti. Sağlık ocağında hademelik yapıyordu; yerleri paspaslar, tuvaleti temizlerdi. Genç bir doktor vardı, iyi adamdı, İmdat’ın meraklı bakışlarına yenilir, o an karşı karşıya bulunduğu vakaya dair basit bilgiler verirdi ona. Sümük, hapşuruk, nezle, bir de ateşle hâlsizlik eklendi mi grip, kusmadan kusmaya fark var, mantar, bayat tavuk ya da eski süt, burası ağrıyor mu; burası, peki böyle yapınca... Bir keresinde yanına çağırıp nasıl dikiş atılacağını dahi göstermişti! Biraz da yerleri silip süpürme konusuna odaklanabilseydi keşke; o zaman ne kaytarıyor derlerdi, ne de dalgınlık edip arap sabunu sandığı serum poşetini yırtar, ortalığı batırırdı. Yediği bu son naneden sonra onu kollayan genç doktor bile sesini çıkaramamıştı. Hepsini dün gibi hatırlıyordu, hafızası ne de güçlüydü... Ama yükseklerde, sandalyede oturan o adamı nereden anımsadığını bir türlü çıkartamıyordu, kamyon durdu, yol boyunca siniri yatışmamış bıyıklı adam kasanın kapağını açtı; genç ameleler, sınıfça geziye giden ilkokul öğrencilerine has bir coşkuyla yere atladılar. İmdat başını göğe kaldırıp yutkundu; koskoca bir binaydı karşısındaki, daha doğrusu koskoca bir binanın iskeletiydi, sekiz-dokuz katı sayabiliyordu, belli ki onuncuyu da çıkacaklardı. Böylesi bir devin İmdat’ın yardımına muhtaç oluşu hoşuna gitti; gururu okşanmıştı, martıyı okşayamamıştı, elbette elinden geldiğince yardım eder, bu büyük binanın tamamlanması için çabalardı, yeter ki birileri ne yapması gerektiğini söylesindi. Bıyıklının peşine takılıp binanın dibine doğru yürüyen diğer ameleleri izledi, görev tayini orada yapılıyordu. Kendine güveni geri gelmişti. Derin derin nefes alıyor, az sonra girişeceği zor işe bedenini hazırlamaya çalışıyordu. Hamallık yaptığı o yorucu günlerin akşamında, ağrımayan kemiği kalmaz, parmağını oynatacak mecali bulunmazdı. Parmak… Dikkatini topladı. Zaman, odaklanma zamanıydı! Kıymığını unutup vazifesini belleyecekti. Eline bir kürek tutuşturup ileride çalışan başka bir ameleyi işaret ettiler, onun yanına gidip o ne yapıyorsa aynısını yapacaktı. Küreğin sapını kavrayınca sol el işaret parmağı acıdı, kıymığın çevresindeki deri şişmeye başlamıştı artık. Umursamadı. Bu defa yoluna çıkan yeni çekim kuvvetlerinden kaçınmaya kararlı adımlarla, o anki çekim merkezinde bulunan işçinin yanına vardı. Selâmlaştılar. Adam yapması gerekeni gösterdi, basit bir işti, İmdat memnundu; önlerine yığılmış taşlı kumları beride duran eleğe atacak, böylece eleğin öteki tarafına sadece inşaatta kullanacakları ince kum dökülecek, gereksiz taşlarsa elekte kalacaktı. Yüksek bina iskeletinin gölgesi üzerilerine düştüğü için güneşten fayfalanamıyor, sırtı üşüyordu, yüksekteki bir adamı izlemişti, nerede izlemişti, iş ortağının ha gayret’iyle ayalarına tükürdü, küreği sıkıca tutup kuma daldırdı, çalışmak ısınmak için ideal çözümdü. İlk denemelerinde küreğine çok fazla kum dolduramasa da endişeye kapılmıyordu, keskin gözlem yeteneği sayesinde püf noktalarını hemen kapardı. Küreği kuma saplamak için ayakla bastırmalı, ufarak teferek taşlar elekte kalsın, elek belek elden çıkan sarısı, sarı koyun derisi, indim çıktım külhana, ben de sizinle oynayayım mı abla? külhanda bir ayı var, ayı beni korkuttu, kulacımı sarkıttı, hayır oynayamazsın... Bezdirici bir görevdi bir bakıma; ancak ikinci bakımda, kendini tuğla taşıyan diğer amelelerle kıyaslayınca, hâline şükretmesi gerektiğini anlıyordu. Fena mı olmuştu yani? Ne de güzel çalışıyordu, alın teriyle parasını kazanacaktı; üstelik hava mevsim normallerinde seyrediyor olsaydı, şimdikinden daha fazla alın teri dökecek, ama yine aynı yevmiyeyi alacaktı. Meseleye bu açıdan bakıldığında, kâra geçtiği bile söylenebilirdi, şansı yaver gidiyordu. Aşina olmadığı takım çalışmasına da ayak uydurmuştu, pekâlâ iki kişilik de bir grup kurulabiliyordu; birlikte kum atıyorlar, elek dolunca, biriken taşları boşaltma işini sırayla yerine getiriyorlardı. Birkaç saniye soluklanmasına fırsat tanıyan arkadaşı boş elekle geri dönünce, kıymığına boş ol boş ol boş ol diyememişken, aç karnı kıyım kıyım kıyıladursun, kurtuluşu için açık bir kapı bulamadığından kelli, kürek sapını tekrar kavrayıp kuma daldırayazdığında, o yokmuş gibi davranmaya didindikçe ona daha derin daldığı için artık eski dostunu görmezden gelme oyununu oynayacak takati kalmamıştı. Kıymık. Alnındaki teri silince sol eli ıslandı. Parmak ucundaki bu tahta hâlen canlı mıydı acaba? Ağaçtan koparılan dalların yaşamaya devam ettiğini, toprağa gömülünce tekrar büyümeye koyulduklarını biliyordu. Peki aynı durum kıymık için de geçerli olamaz mıydı? Yeterli güneş ışığını da, suyu da alıyordu işte... Parmağındaki ağrının sebebi buydu; vücudunun içine kök salıyordu kıymık. Çok geçmeden filizlenirdi de... Kökler, İmdat’ın kolu içre ağır ağır ilerleyecek, uçlarını olabildiğince derine götüreceklerdi. Morarmanın nedeni de buydu, tahtalaşıyordu eti. Önce işaret parmağı, ardından eli, sonra da sol kolu; herbiri usulca odunlaşcak, yeni yeni tomurcuklar vereceklerdi. Bir sabah, her zamanki bulantıcı düşlerinden uyandığında, sol kolunu devcileyin bir ağaca dönüşmüş olarak bulacaktı. İlk başlarda ağaç-kolunu kullanmakta sıkıntı çekse de, er ya da geç alışacak, yeni kolunun nimetlerinden yararlanmaya başlayacaktı. Sıcak günlerde kolunun gölgesine sığınıp serinleyecek, koluna yuva yapan sincaplarla oynayacaktı; parmakları günden güne uzayacak, yeşeren filizlerden başka başka dallar çıkacaktı. Envai çeşit yemiş büyüyecekti odunî parmaklarının ucunda. Karnı acıktığında, olgunlaşan meyvelerden birini koparıp afiyetle yiyecekti. Âşıkların, sol kolunun yüzeyine adlarının baş harflerini kazımalarına bile izin verebilirdi. Âşıklar... Elini cebine atıp gazete kâğıdına değmekten kendini alamadımların yaklaştığını işitmediği için omzuna inen sert avuçla irkildi. Başından aşağı kaynar sular dökülüyordu adeta, yine her şeyi eline yüzüne bulaştırmıştı. İlk günden kaytardığını gören ustabaşının tepesi atmış, İmdat’ı inşaatından defetmeye karar vermişti. Heyhat! Pişman bir yüz ifadesiyle arkasına döndü, omzuna inen ağır elin sahibine baktı; tam tahmin ettiği üzere, küreğini köşeye bırakmasını söyledi adam. Ah, ne de aptaldı! Kötü adam bile olamamıştı! Ancak tahmin etmediği üzere, ustabaşı galiba ona yeni bir görev vermekteydi. Parmağıyla bina iskeletinin tepesini gösterdi. İşaret parmağıyla… Onunkinin ucu boştu… Beynini sarıp sarmalayan tüm vesveselerden de, saatlerdir onu esir alan kıymıktan da sıyrılıp talimatları dinlemeye çalıştı. En üst kattaki işçilerden söz ediliyordu. Tepeye mi çıkacaktı? Yüksekte, havada asılı duran o adamı nerede, ne zaman izlemişti? Az ötede yığılı... İnce uzun demir çubuklar... Bulmacanın tüm parçalarını bir araya getirince yeni ödevi ortaya çıkıyordu. Gitti, demir çubuklardan birkaç tanesini kollarının arasına aldı; eleğe kum atma işi iyiydi hoştu da, biraz canını sıkmaya başlamıştı açıkçası. Kucağındaki ağır yükü, sürekli kum elemeye yeğlerdi. Gözü kıymıkta, merdivenleri tırmanmaya koyulduğunda, tahtalaşmayı, ağaca dönüşmeyi düşlüyordu. Çubuklarla daracık merdiven boşluğunda ilerlemenin zorluğunu dert etmiyor, her katta gözleri kıymığından ayrılıp, pencere boşluklarından görebildiği manzaraya kayıyordu. Heyecanlanmaya başladı. Pek koca olmayan ömründe hiç bu kadar yükseklere çıkmamıştı, sergilediği sonsuz azim mükâfatlandırılıyordu, bundan böyle sırtının yere gelmeyeceğini muştuluyordu kaderi. Kıymığını bile seviyordu artık. Sıkı bir ekip oluşturmuşlardı... Sonunda kendini dokuzuncu katta buldu. Tavan yoktu burada, sadece gökyüzü vardı. Şimdi en tepedeydi, yüzüne vuran güneş tatlı tatlı gözlerini kamaştırıyordu. Hava daha hafif, daha temizdi yukarıda. Rüzgâr bile bir başka esiyordu. Demir çubuk bekleyen ameleler, bulundukları katın öbür ucundaki merdivenin başında dikilmiş, keyifle etrafına bakınan İmdat’ı görünce, elindekileri getirmesi için seslendiler. Ustabaşının yarım yamalak dinlediği sözlerini başarıyla bir araya getirdiğini anlamasıyla katlanan sevinci, kıymığıyla barışık yaşama kararının doğurduğu yürek ferahlığı, yüksekteki o adamın yavaş yavaş berraklaşan silueti, aydınlık gökyüzünün altında, güneşe bu denli yakın yürümenin kazandırdığı kıvançla hedefine seyirtti. Bu yükseklikten, aşağıdakilerin nasıl gözüktüğünü merak edip binanın kıyısına yanaştı. Yerdeki işçiler, kamyon, tuğla yığını, elarabası, greyder… Hepsi de karınca gibi görünüyordu. Ne de acayipti! Kafasını kaldırıp bakışlarını ufka doğru çevirince duraksadı, gözlerine inanamıyordu. Bu yaşına kadar bir türlü çözemediği, detay deryasında İmdat'ı boğan, nereye kaçsa da peşinden gelerek saklanmasına müsaade etmeyen, onu devâsâ avcuna hapsedip değersiz bir madenî parayla oynuyormuşçasına pamakları arasında döndürüp dolaştıran koca şehir nasıl da küçücük olmuştu! Evler, apartmanlar, dükkanlar, vitrin mankenleri, okullar, karakollar, bulkarayıalparayıcılar, köprüler, köprüaltları, çarşılar, pazarlar, sokaklar, kaldırımlı sokaklar, kaldırımsız sokaklar, meyhaneler, kerhaneler, caddeler… Hepsini tek bakışta, bir bir seçebiliyordu bulunduğu noktadan! Artık daha güçlüydü, en büyük düşmanına dahi tepeden bakıyordu. Doğumundan itibaren sürdürdükleri savaşı İmdat kazanmıştı!. İlk galibiyet mükâfatını dimağından aldı: Böyle tepede, elindeki upuzun çubuklarla yürürken bir cambaza benziyordu. Çocukken mahâllelerine gelen kumpanyayı anımsadı. Ateş yutan adamlar, dansçı kızlar... Ama o en çok... Yüksekteki adam... Ama o en çok ipteki cambazdan etkilenmişti. Cambaz! Zihnindeki perde kalkmıştı sonunda. Yüksekteki adamın kimliği açığa çıkmıştı. Sicim üzerinde ne de rahat ilerlemişti adam... Ardından, cesaret dersi verircesine, ipe bir sandalye koymuş, oturup kahvesini yudumlayarak aşağıdan onu seyreden endişeli gözleri süzmüştü. İmdat da adamı hayran hayran izlemiş, büyüyünce tıpkı onun gibi olmak istemişti. Gözleri sulandı. Düşmekten korkmadan, elindeki çubuklarla dengesini sağlayarak, boşluğun iki adım ötesinde yürüyordu. Cambaz kadar cüretkâr atıyordu adımlarını. Hiç şüphesiz ki bu ömrünün en mutlu ânıydı.

Kendini kendine kanıtlamaya ara verip vazifesine döndü, yükünü diğer amelelere takdim etti. Teslimatı, bu en üst katın kolonlarını sağlamlaştırmak için kullanacaklardı anlaşılan. Henüz tuğlayla örülmemiş bir kolonun içine diklemesine demirleri yerleştiren meslektaşlarını izlerken, koca binanın incecik çubuklar sayesinde ayakta kaldığına şaştı İmdat. Garip şeydi... Ellerindeki pas hissinden rahatsız olup avuçlarını kıyafetine sürünce tekrar şaştı; kıymık nedense canını acıtmıyordu. Sol işaret parmağına baktı: Saatlerdir sadece ucunu görebildiği kıymığın büyük bölümü derisinden dışarı çıkmıştı; demek ki kıymığın tek derdi, başkalarının işine burnunu sokmasıydı; İmdat tahta parçasından kurtulmak için uğraştıkça, o da çıkmamaya inat etmişti. Oysa böyle kendi hâline bırakılınca, paşa paşa terk ediyordu görev mahallini. Kendisi bilirdi, İmdat onunla ilgilenmiyordu ki artık... Zaten aşağıdaki demir çubuklar henüz bitmemişti, kalanları getirmek için merdivenlere yöneldi. Evet, hakikaten de çıkıyordu kıymık. Şunun şurasında ne kalmıştı ki? Kolayca çekip alınabilirdi. Ama hayır, kararından caymamalıydı İmdat. Hem, buradan bakınca şu işçiler de ne minik görünüyorlardı yahu! Az sonra İmdat da aşağı inecek, onlar gibi minicik olacaktı. Adımlarını hızlandırdı. Kendini kandırıyordu yine... Sabahtan beri kıymığı düşünmüştü de, bu çıkartılmaya en müsait ânında mı düşünmeyecekti? Sol işaret parmağını suratına yaklaştırdı, kıymığı daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Bu kadar basitti işte! Tırnaklarının arasına sıkıştırdığı kıymık, derisinden kolayca ayrılıvermişti! Avucunun içine koyup ona bakınca İmdat'ın içi huzur doldu, kendini hafiflemiş hissediyordu. Ancak saatlerdir onu meşgûl eden o ufarak teferek şeyi seyre dalmışken, bir sonraki adımını boşluğa atacağının farkında değildi. Hiç okumamıştı; aynı yükseklikten yere düşen bir kıymığın mı, yoksa bir insanın mı yere önce ulaşacağını bilmiyordu. Amelelerin çepeçevre sardığı, elenmiş ince kum tepeciği kendisine hızla yaklaşırken, bağırtıların, çığlıkların içinde tek bir defa “imdat” dedi, tek bir kez adını haykırdı. İmdat mı? Ne biçim isim


2007-2008

yazan <$BloMelik Saraçoğlu/em>, /p>


<$Blo0m:

<$BloYorum Gönder


© 2007 Blogger Templates ve GeckoandFly. Tasarım: Andreas Viklund