<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d8803590869867872531\x26blogName\x3dtemrinler\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://temrinler.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://temrinler.blogspot.com/\x26vt\x3d6237919249951388234', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

temrinler

<$Blo

Ahmet Hamdi Bey,

Ömrünüzün son, som, baharında, neyse ki birkaç defa görme fırsatı bulduğunuz bu şehirde, doruklarında gezindiğiniz dil ile yazıyorum size.
Ben bir filmoloji öğrencisiyim. Filim kütüphanesindeki dosyaları karıştırırken bundan tam 50 yıl önce şubat ayında dünya filmoloji kongresi vesilesiyle Türkiye âzâsı olarak buraya gelmiş olduğunuzu öğrendim. Okuduklarıma
bakılırsa Sorbonne’daki toplantılarda “bir duygu mecrası olarak sinema” üzerine tezlerini sunanlar olmuş; sizin adınızı işitince aklıma Bergson geldiğinden, sizin de yaşama büyük bir evet deyişin izinde bu yaklaşımı benimseyeceğinizi sanırdım; yanılıyormuşum. Kongrenin zabıtlarını tozlu raflardan indirip karıştırınca gördüm ki geldiğiniz 2CV’lü, DS’li o harîkûlâde şehirde esen varoluşçuluk rüzgârını berinize almış, anlaşılan 1953’teki uzun Avrupa seyahatinizin dönüşünde memlekete götürdüğünüz iki kasa kitabın arasında yer alan Camus ve Sartre eserlerinden dem vuruyorsunuz. “Varlık ve Hiçlik”i sıcağı sıcağına okuyuşunuz dürüst olayım beni şaşırttı. Anladığım kadarıyla o zamanlar o denli tanınmayan Bresson’un –Bergman’ın vefatınızdan hemen bir yıl önce çektiği ve herhalde görme şansına nail olamadığınız filmi hariç- hâlâ aşılamamış filmi Bir taşra papazının güncesini de görmüş, pek beğenmişsiniz. Sizinkisi varoluş sancısının, sıkıntısının peliküle tahvil edileceği bir sinemasal evren. “Rejisör Bresson’un” diyorsunuz, “peliküle taşıdığı varoluş sıkıntısı sinemanın geleceğini belirleyecektir.” Anlaşılan filmin önemini en erken görenlerden birisiniz. Ah bir bilseydiniz bu filmin hâlen anlaşılamadığını... Şehrimizde, Beyoğlu’nun en şaşaalı sinema salonlarından birinde hıncahınç bir salona gösterilen filmin oflamalar puflamalarla karşılandığını.. Filimin bitişinde salonda birkaç kişi kaldığımızı söylesem üzülür müsünüz?

Anladığım kadarıyla kongredeki yabancı âzâlarla ilgilenmek üzere filim mecnunu Sorbonne öğrencileri görevli kılınmış. Biraz araştırınca öğrendim ki o sıralar kısa filmler çekip, arkadaşlarının kısa filmlerinde aktörlük yapmakta olan kara gözlüklü, İsviçre aksanıyla konuşan, Sorbonne’da antropoloji öğrencisi garip bir genç adam size yardımcı olmuş. (Onun doğduğu kasaba olan Nyon’u iki sene evvelki Avrupa ziyaretinizde görmüşsünüzdür diye umuyorum; ne de güzel bir kasabadır!) Bu genç adamın sonraları “sinema sanatının geleceğini belirleyen” en önemli isimlerden birini olduğunu biliyor muydunuz? Belki 1959’daki bir yıllık Avrupa ziyaretinizin Paris ayağında bu genç adamla buluşma şansınız olmuştur. Ama o sıralar çekimde olsa gerekti, hatta belki de sizi çekimlere davet etmişti, Londra uçağınıza yetişemeyebileceğinizden o gün çekimlere gidememiştiniz. Keşke gitseydiniz, Saint-Germain bulvarında kısa saçlı sarışın bir Amerikalı kızın aydınlık bir Paris günü Herald Tribune gazetesi satışının çekiminin yapılacağı o sahnenin sinema tarihine geçeceğini bilmezdiniz tabiî. Belki de o huysuz, deli dolu genç adamdan hiçbir şey olmaz diye düşünmüştünüz. Haklıydınız belki de.

Ahmet Hamdi Bey,

Zât-ı âlinizin Paris günlerini araştırmaya kalkıştığımdan beri işte bu genç adama ulaşmaya çalışıyordum. Neyse ki, geçen gün kendisiyle yarım saatliğine de olsa buluştuk. O garip, lâfların yarısını yutan üslûbuyla sizi hayâl meyâl hatırladığını söyledi bana. Sonra gözlerini havaya dikip, birkaç dakika düşündüğünde başka bir kaç ayrıntı daha anımsadı neyse ki, siz ona İstanbul’da geçen, zamana dair bir roman yazıyor olduğunuzu belirtmişsiniz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden bahsetmişsiniz belli ki. Şu İsviçreli adam, hadi ismini de hatırlatayım size, Jean-Luc Godard, bu romanın fransızcaya çevrilip çevrilmediğini sordu bana. Neyse ki biraz geç de olsa çevriliyor dedim, sevindi. Okuyacakmış. Sohbet bu noktaya geldiğinde aslında cevabının peşinde olduğum esas sorunun heyecanı sardı her yanımı, ona çekinerek de olsa bir ayrıntı soracağımı söyledim. Acaba şu genç İsviçreli, Godard, sizi Sorbonne’dan yürüyüş mesafesindeki Denfert-Rocheferau’daki Paris Rasathânesi’ndeki duvar saatine götürmüş müydü?

Hatırlamıyor tabiî. “Özür dilerim” diyorum, “bu kadar ayrıntı bir soru sorduğum için bağışlayın.” “Rica ederim” diyor, “o kongrede sadece ben değil François da çalışmıştı, ben sizin Mösyö Tanpinar ve Doğu Alman âzâsı Konrad Wolf’tan sorumluydum, François ise Brezilya’dan Paul Rocha ile şimdi ismini hatırlamadığım Yugoslav âzâdan sorumluydu. André Bazin, François ve ben konuklara bir tur yaptırmıştık ama rasathânenin oraya gittik mi, hatırlamıyorum doğrusu.” Hayıflandım tabiî, her şey için teşekkür etmekten başka çare yoktu. Bana ayırdığı yarım saat da dolmuştu zaten, neyse ki biraz daha sohbet edebildik kendisiyle. Sizin Paris günlerinizi araştırmamla ilgili niyetimi sordu, “bir belgesel mi yapacaksınız, yoksa bir roman mı sözkonusu” diye soruyor. “Henüz bilmiyorum” diyorum, “şu an sadece iz sürüyorum.”

Ahmet Hamdi Bey,

Ben lise müfredatında isminizi gördüğümden, “Bursa’da zaman”ınınız su şakırtılarını duyamamış, yapıtınıza ancak lise diplomamın iptal edilip tekrardan lise okumak zorunda kaldığımı gördüğüm kâbusları görmemeye başladıktan sonra dikkat kesilebilmiştim. İşte ilkgençliğimin bu son demlerinde okuduğum Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Paris’te bir gece yürüyüşünde, rasathâne duvarındaki bir nişte beliriveren saatle zihnime yeniden düşebileceğini nereden bilebilirdim ki? Bu saati görüp görmediğinizi hâlâ bilmiyorum, oldu da gördüyseniz hatırlatmış olayım: Saatin altında

“Ville de Paris
L’unification de l’heure
Centre horaire”


yazıyor. Yok, saati görmediyseniz ve kafamda kurduğum ve aslında içten içe gerçek olmasını istediğim sadece bir hayâlden ibaretse de size bu saatin fotoğrafını sunmak isterim:



Bilmiyorum, bilemeyeceğim: Yoksa sandığım karşılaşma gerçekleşti mi? 1953’te, 955’te ya da 59’daki Paris seyahatlerinizden birindeki yürüyüşlerinizde bu saati görüp cebinizden Şehzadebaşı’ndaki ustaya yaptırdığınız manda derisi kaplı defterinizi çıkarıp birkaç not almış mıydınız?

Bana cevap veremeyeceğinizi biliyorum. Bendeniz sadece zât-ı âlinizin izniyle bu soruyu sormak istemiştim.

Saygılarımı sunar, selâm ederim.
Hakkı Kurtuluş

yazan <$BloHakkı Kurtuluş/em>, /p>


<$Blo0m:

<$BloYorum Gönder


© 2007 Blogger Templates ve GeckoandFly. Tasarım: Andreas Viklund