<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d8803590869867872531\x26blogName\x3dtemrinler\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://temrinler.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://temrinler.blogspot.com/\x26vt\x3d6237919249951388234', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

temrinler

<$Blo

Elimdeki kalemi öldürmek için yazıyorum bu yazıyı. Mürekkebi bitti bitecek, son demlerini yaşıyor. Yazdıklarını okuyan biri belki bunu anlayamayabilir; ama ben hissediyorum. Arabada bir terslik olduğunda bunu ilk şoförü fark eder ya, biraz ona benziyor işte.


Önce, onu daha fazla yormaktan vazgeçip bu haliyle diğer kalemlerin arasında bıraksam mı ki, diye düşündüm. Ancak emekliliğe ayrılıp ötekilerin yanında bir sığıntı gibi, hiçbir şey yapmadan yaşamını sürdürmeyi gururuna yediremeyeceği açıktı. Henüz yazabilecek güce sahip olduğundan, onu öylece çöpe atmayı da ben istemiyordum. Böylesi bir davranış, kaleme hakaret etmek olurdu.


Ben de çareyi bu intihar yazısını yazmakta buldum. Kalem yazdıkça tükenecek, tükenmek için yazacaktı.


Hâlbuki adına tükenmez kalem diyorlar. Yalan. Benim tükenmez kalemlerimin ömrü, kurşun kalemleriminkinden bile kısa olabiliyor. İtiraf ediyorum; küçükken çok tükenmez kalem öldürdüm. Basmalı olanların içini açmak gibi bir zevkim var. Her kalemimin içini, bir kereliğine de olsa görmek isterim. Biraz tecrübesizlikten, biraz da umursamazlıktan, çocuk yaşta gerçekleştirdiğim kalem ameliyatları faciayla sonuçlanabiliyordu. Hastanın içini açıp tekrar kapamayı beceremeyen bir cerrah gibi; ya yayını kaybeder ya da mekanizmasını doğru şekilde yerleştiremediğim için kalemi çalışmaz halde kapatır, aldığım yere bırakıp olay mahallinden sessizce uzaklaşırdım. Büyüdükçe ameliyatlarım başarılı geçmeye başladı. Bugün, hasta için en ufak risk teşkil etmiyorlar.


Yaklaşık bir sene önce, tren garında dergilere bakınırken buldum bu kalemi. Sahibi bir şey not etmek için çıkardı, sonra da koyduğu rafın üzerinde unutup gitti herhalde, diye düşünmüştüm o gün. Şimdilerdeyse sahibinin, kalemin şu an yüzleşmekte olduğum trajik sonunu o günden sezerek korkmuş ve bu acı olaya göğüs geremeyeceğine inanarak, yeni sahibini bulması için kalemi oraya bırakıp kaçmış olma ihtimali üzerinde duruyorum. İyi hatırlıyorum o günü; raflardaki müzik dergileri arasında gözüme takılmıştı, şöyle bir etrafı kolaçan edip kalemi cebime atmıştım. Siyah bir tükenmez kalemdi. Uzun süredir maviyle yazdığımdan, benim için önemli bir değişiklik olacaktı bu. Sevinmiştim.


Evet, fark ettirmemeye çalışsan da, artık kuvvetini iyice yitirdiğin belli oluyor. O en ucunda dönüp duran, mürekkebe bulanmış küre kayganlığını yitirdi. Kâğıdın canını acıtarak yazmaya başladın. Şu an yazdığım, kâğıtla aranızda geçen bir aşk hikâyesi olsaydı; bu noktada, kâğıdın şunu söylemesi uygun olabilirdi: Artık birbirimize zarar vermeye başladığımıza inanıyorum, ayrılalım...


Seninle neler yazdığımı düşününce, aklıma çok da kayda değer bir şey gelmiyor. Asla gözdem olmadığın, sen de biliyorsun. Pek önem vermediklerimi yazdım seninle: ders notları, ufak ayrıntılar, fikirler… Yanlış anlama, haksızlık etmek istemem. Sonuçta ders kalemi olmak cefakârlık isteyen bir iş. Sen tüm o stresli, sıkıcı dakikalara hiç sesini çıkarmadan katlandın. Gerçi sanırım, kimi sınavlarda senin yerine “güzel kalem”imi kullanmam gücüne gitti; affedersin. Gel gör ki, insan biraz değişiklik istiyor. Ayrıca, özellikle son dönemlerinde, pes edeceğin zamanı kestiremediğim için kendimi riske atamıyordum. Yazının ortasında tükeniverirsen kalem değiştirmem gerekecekti, ben de bir yazıyı iki farklı kalemle yazmasını sevmem - yazıyı karaktersizleştirdiğini düşünürüm nedense. Sınavda yazdıklarının neresi karakterli ki, diyorsundur; haksız sayılmazsın.


O “güzel kalem”imi her zaman düşman belledin. Seni anlıyorum. Tüm ağır işleri sana yaptırıyor; ne zaman zevk alarak, önem verdiğim bir yazı yazacak olsam onu tercih ediyordum. Çalışmadığı zamanlar, burnu bir karış havada, alaycı bir ifadeyle köşesinden seni izlediğinin de farkındayım; fakat söz konusu “güzel kalem” olunca, bu kibirli tavırları göz ardı ediyor insan.


Aslında o “güzel kalem”lere de çok yüklenmemek gerek. Onların da kendilerine has, mühim sorunları var. Mesela birçoğu, daha doğar doğmaz yalnız kalmaya mahkûm ediliyor. Sünnet olan bir çocuğa ya da yazma alışkanlığı edinmemiş bir adama hediye edildiklerinde, bir kez bile kutularından dışarı çıkamadan, içlerindeki mürekkep olduğu yerde kuruyana dek ölümü bekliyorlar. Damarlarında ağır ağır pıhtılaşan kanı hissetmekten daha korkunç ne olabilir?


Anlayacağın; senin son nefesini çalışırken - bir nevî sahnede - vermen, oldukça şerefli bir ölüm. Üstüne üstlük, vefat ettiğinde arkanda bırakacağın tonlarca harf olacak. Bir iz bırakarak ayrılacaksın bu dünyadan.


Sanırım, yavaş yavaş o sözüne ettiğim şeref verici ana yaklaşıyoruz... Her kalemin bir hayali vardır. Seninkisi neydi, merak ediyorum. Bir memurun sabahtan akşama dek çalışıp kısa sürede miadını tamamlayan masabaşı kalemi mi olmak isterdin, yoksa astronotların yerçekimsiz ortamda tepetaklak yazabildiği kalemlerden mi? Proust’un kalemi olmak nasıl bir duygudur acaba? Bir ilkokul öğrencisinin kullandığı, ona yazmayı öğreten ilk kalem olmak – gerçi o işe kurşun kalemler bakıyor. Bilmiyorum, belki de reenkarnasyona inanıyorsundur. Bakarsın, 3. Dünya Savaşı’nı bitiren imzayı atan kalem sen olursun. Naaşın müzelerde sergilenir “İşte …’nın o imzayı atarken kullandığı kalem.” diye. Gururun okşanmaz mı? Öldükten sonra, adına bir mozole inşâ edilmesinden nasıl gurur duyacaksın, o da ayrı bir konu.


Görüyorum ki ayrılma vakti geldi çattı. Ben kalıcıyım, sen gidicisin. Açık konuşayım: Sen gidince hemen yerine bir başkası gelecek. Ama sanma ki seni özlemeyeceğim. En azından bir iki gün, elim yeni tükenmez kalemimi yadırgayacak, vakit alacak alışmam. Taş kalpli sanma sakın beni. Bu dünyadan göçüp gitmene elbette üzülüyorum. Birlikte geçirdiğimiz onca zamanı bir çırpıda unutmam mümkün değil. Aslına bakarsan; vedalaşmadan önce sana söylemem gereken son bir şey var. Hiçbir zaman itiraf edecek gücü kendimde bulamamış olsam da bunu şimdi söylemek istiyorum: Seni her zaman o “güzel kalem”imden daha çok se



2005

(Kitap-lık, Kasım 2006 sayısında da yayınlanmıştır)

yazan <$BloMelik Saraçoğlu/em>, /p>


<$Blo0m:

<$BloYorum Gönder


© 2007 Blogger Templates ve GeckoandFly. Tasarım: Andreas Viklund