<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d8803590869867872531\x26blogName\x3dtemrinler\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://temrinler.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://temrinler.blogspot.com/\x26vt\x3d6237919249951388234', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

temrinler

<$Blo

Bir şehri “görerek” gezmek eski anlamını yitirdi - icadıyla Stendhal sendromuna çare bulan fotoğraf sağolsun… Bakmak, görmek yetmiyor; kentin kendine has tınısını işitip aromasını koklamadan o kenti gezdim, demek artık mümkün değil. Yeşil ışığın yanmasıyla öne atılan akıncı vespaları, sokak aralarını şenlendiren çatal-bıçak seslerini ve hiç kesilmeyen ambulans sirenlerini dinlemeden, köşeyi döndüğünüz an yüzünüze çarpan fesleğen, kahve ve pizza kokularını hissetmeden Roma’yı gezdim, diyemezsiniz.


On dokuz yaşındaydım bu şehre ilk gittiğimde; gözlerini tek rehberi bellemiş, şehrin heybetiyle büyülenen bir genç. Bacaklarıma acımadan yürümüş, yürümüş, yürümüştüm; bana kucak açma lütfunu gösteren Roma’ya saygıda kusur etmemem gerekiyordu. Sonra, aradan üç buçuk yıl geçti; seyahat rehberimi tekrar gözden geçirmem konusunda beni biraz zorlayan yıllar. Soluğu yine Temrini Garı’nda aldığımda ister istemez değişmiştim, tabii Romam da.


Şehri tanımak, şehrin farklı çehrelerine bakabilmekse ve bu fırsat bir yolcunun eline kolay kolay geçmiyorsa eğer; gezdiği şehri çok beğendiğini söylemekle yetinen biri, orayı tanımamış demektir. Çünkü tek bir duygu, tanımak için kâfi gelmez; bu, kişide uyanan ilk intibâ olabilir sadece. Daha fazlası için o şehir sizi kendine hayran bırakıp âşık etmeli, sizi korkutup birkaç damla da olsa kanınızı akıtmalıdır.




Gez




Ulu Roma


Heyecanlıyım. Bir yıldır Fransa’da bulunmama ve Avrupa’da azımsanmayacak yolculuklar yapmış olmama rağmen, adımımı hangi şehre atacağımı biliyorum: “geleceğin varsa göreceğin de var” dercesine gururla dikilmiş bekleyen, misafirperver, koca Roma. Öyle koca ki, şehri arşınlamaya başlamadan önce çantamı kalacağım hostele bırakma kararımı uygulamama bile izin vermiyor; her adımımda başka yapıtlar, başka ihtişamlar dikiyor karşıma. Hayır, önce çantamı bırakacağım! Bir süre ayakkabılarımı izleyerek yürümekten başka çare yok.


Sabrımın mükâfatını ziyâdesiyle alıyorum; bedenimdeki kasları öldüresiye zorlayarak, bu açıkhava müzesinde gezilip görülecek ne kadar eser, ne kadar kaldırım varsa hepsini selâmlıyorum. Kıtlıktan çıkmışçasına, hep daha fazlası için paralıyorum kendimi. Hava öylesine hafif ki, ışığın renkleri vurgulaması için elinden geleni ardına koymuyor; hipnotize oluyorum. Haziran Roması adeta bir renk cümbüşü: Kusursuz bir uyum yaratan füme ve somon rengi apartmanlar, karşılaşmamak için kafanızı hiç yerden kaldırmamanız gereken tarihî yapıların beyaz, bej ve kiremit rengi, daima aydınlık kalan gökyüzünün duru mavisi ve şehirliliğin ne demek olduğunu anlatan, her pencere önünü bezemiş romarengi çiçekler.


Bir de Tiber’in rengi var; içinde hem mavi, yeşil, kahverengi tonları, hem de kırmızı saklı. Birçok Avrupa kentini besleyen, onunla özdeşleşmiş akarsuların aksine, Roma Tiber Nehri’ni görmezden gelmeye çalışmış. Koskoca bir cihan imparatorluğunun başkenti, değişebilmek adına geçmişini bir bıçakla kesip atmak istemiş; ama nafile… Ne eskiyi unutabilmiş, ne de yeniye temelli adayabilmiş kendini. Bu ikilemi sonsuza dek hatırlatacak olan Tiber, asla kapanmayan bir yara gibi, durmak bilmeden kanıyor.


Avrupa kültürüne ait böylesi bir kontrastı barından başka şehir yok – İstanbullar kaideyi bozmaz. Düşünün bir kere; bir yanda, suya düşüp boğulan kralları Tiberinus’un adını nehre vermiş pagan bir halk, diğer yanda genç Vatikan. Kilise’nin kesip de koparamadığı yaşlı taraf, taşa dokunarak tarihi hisseden gezginler için biçilmiş kaftan. Bunca eserin ayakta kalabilmesinin nedeniyse, şehrin bomba bulutlarının hiç uğramadığı, kayırılmış bir yer oluşu. Roma, ırmağın ötesindeki Vatikan’ın varlığı sayesinde savaş sırasında “açık şehir” ilan edilmiş ve Tarih’in ironik bir oyunu gibi; tapınaktan bozma kiliseleri, tanrılardan bozma Hıristiyanlık heykelleri ve uçlarına haç kondurulmuş dikitleriyle paganizmi yutmak isteyen Vatikan, öte tarafın koruyucusu olmuş.


İki kıyının arasına sıkışıp kalmış Tiber Adası’ndayım şimdi. Hangi tarafa sapsam? Doğru yön hangisi? Tiberinus gibi kendimi karanlık suya bıraksam, benim ismim de bâki kalır mı?


Roma bu açmazıyla gözümde daha da büyüyor; eskiliği, mağrurluğu ve dayanıklılığıyla beni büyülüyor, Roma’ya hayran kalıyorum. Gönlüm elvermese de, artık şehri terk etme zamanı. Gidişimin ulu Roma için hiçbir önem teşkil etmediğinin farkındayım; ben ayrılacağım, yerimi benim gibi bir başka hayran dolduracak. Hepimize baştan çıkaracak kadar sihre, hepimizi kutsayacak kadar nura sahip o.


Emin olduğum tek bir şey var: Ne zaman bilinmez, ama buraya tekrar gelmem, taşa tekrar dokunmam gerek.




Göz



Sevgili Roma


Mevsimlerden güz ve yine buradayım. Garda onu beklerken, geçen üç buçuk yılı düşünüyorum; ihtiyar şehir için çok kısa bir süre bu, benim içinse değil. Önceki ziyaretimde kılavuzum olan keskin gözlerim bana ihanet etti, onlara eskisi gibi güvenemem artık. Hayatımı baştan kurgulamaya, amaçlarımı tekrar değerlendirmeye mecbur kaldım. Okulu bıraktım, biraz daha demleneyim, henüz erken, dediğim savaşa tahminimden önce girdim. Ve tabii, bir de ona âşık oldum.


Termini’de, Avrupa’nın en büyük tren garlarından birimdeyim; fakat şimdi, burası bana eskisi kadar büyük gözükmüyor. Üç buçuk yılda ne kadar büyümüş olabilirim ki?


O geldi. Kalabalık içinde bakışlarımızın kesişmesiyle içimizde kabaran sevinç, güzü utandırıyor; çirkin yüzünü gizleyip ılık, güneşli bir Roma sunuyor bizlere. Nihayet, sımsıkı sarılıyoruz. Roma’ya hoşgeldin bakır saçlı kız.


Kenti geziyoruz. Hazirandan anımsadığım pencere önü çiçekleri yok, baharı bekliyor olmalılar. Ona bakıyorum. Fıldır fıldır etrafı izleyen, titrek, ıslanmamaya direnen nisan gözlerinde tüm şehre yetecek kadar çiçek var.


Eleleyiz, sokaklarda yürüyoruz. İlk Roma seyahatimden sonra bana karşı acımasızlaşan hayat yüzünden bu kez haritayı ona emanet etmek zorundayım; sokak adlarını okumak artık benim için bir külfet. Onunsa haritayla arası limonî; yön bulma konusunda kendine güvenmediği için ürkek davranıyor. Sık sık kayboluyoruz; o haritada, ben onda. Neyse ki kentin dar sokakları, yolumuzu bulmaya çalışırken bize ufak sürprizler yapmadan duramıyor: hiç beklemediğimiz anda sobelendiğimiz meydanlar, güzel apartmanlar ve çeşmeler. Her yol Roma’ya çıkıyor ne de olsa.


Belki geçirdiğim onca ameliyatın ardından eskisi gibi göremediğim için, belki ikinci kez burada bulunduğumdan, belki de yanımda o olduğu için, gariptir, Roma’nın görsel heybeti bu sefer beni avucuna alamıyor. Koku ve ses şimdi daha yoğun. Bir yandan gelen hafif zeytinyağı kokusu, diğer taraftan gelen kahveninkiyle karışıyor; asıl güzeliyse, onun kokusu hep yanıbaşımda.


Şehrin ihtişamından yorulup, ırmak kıyısındaki küçük, samimi bir meydanda soluklanıyoruz. Çeşme karşısında arkamıza yaslanıp nefis cappucino’larımızı içerken tek kelime konuşmuyoruz ikimiz de; tecrübe etmekte olduğumuzun ânın kusursuzluğu bozulmamalı. İşte, yaşamımın en dinlendirici bir saati.


Onunlayken şehir bana daha içten davranıyor, kendimi turist hissetmiyorum. Sokaklar, mağazalar, restoranlar, İtalyanca bilmediğimiz için sinirlenen yaşlı garson, Türk olduğumuzu öğrenince çok sevinen Bangladeşli satıcı… Masamıza bir tabak İtalyan bayrağı konuyor: domates, mozerella, fesleğen ve zeytinyağının akılalmaz sadeliği ve lezzetiyle caprese - bu kentin de, bu ülkenin de nüvesi; yemeye kıyamıyoruz. Önce onun gülen gözlerine, sonra çevremdeki neşeli insanlara bakıyor ve düşünüyorum: Roma’da yaşamıyor olsam da, o an, Roma’yı yaşıyorum.


Gece hava serin; birbirimize sokulup ısınıyoruz. Dudaklarımda sinsi bir tebessüm gizli, planım tıkır tıkır işliyor: Yolculuk öncesinde ona izlettiğim Dolce Vita’nın korları hâlâ sıcakken, tüm zarafetiyle Trevi Çeşmesi’nin önündeyiz. Mutlu olmak ona nasıl da yakışıyor! Sarılıyor, öpüşüyor, içtiğimiz tonla kırmızı şarabın da etkisiyle çocuklar gibi eğleniyoruz. Mümkün olsa çeşmeye de gireriz ya, bu kalabalık ve soğuktan çekinmememiz için bizi cesaretlendirecek bir Fellini’nimiz eksik…


Sevgili Roma, bil ki artık sana hayran değilim; çünkü seni seviyorum.




Arpacık




Uluyan Roma


O gitti. Ayrılan trenin yetim bıraktığı boş peronda kalakaldım; onsuz geçireceğim bir Roma günüm daha var. Ne yazık ki tahminimde yanılmamışım; pusuda bekleyen güz, bir başımalığımı fırsat bilip derhâl saldırıya geçiyor. Yalnız yürüyüşümün başlamasıyla hava soğuyor, rüzgâr hırçınlaşıyor. Sizleri kızdıracak ne yaptım ben?


Günlerce sokaklarda sürttüğümüz için yorgun düşmüşüm. Gezintime devam ediyorum etmesine, ancak uzuvlarım önceki kadar arzulu değil. Onunla geçtiğimiz yerlerden tekrar geçiyorum, binaların eski sevimliği yok, oradan oraya koşuşturan insanlar, nereye kaçsam hemen yanımda bitiveren turistler beni bunaltıyor. Sonra el ele tutuşmuş iki sevgili yanaşıyor, belki de evliler: “Fotoğrafımızı çekebilir misiniz acaba?” Kusura bakmayın, fotoğraf çekebilecek kadar iyi görmüyorum.


Toplanan bulutlar, gücü çoktan azalmış güneşle arama giriyor. Üşüyorum. Isınmak için adımlarımı hızlandıracak derman kalmamış dizlerimde. Gökyüzü üstüme kapandıkça, ben saklanacak bir delik, kaçacak bir yol arıyor, ama bulamıyorum. Ne de olsa tüm yollar Roma’ya çıkıyor...


Karanlık çöktükçe içimdeki sıkıntı da artıyor. Karnım aç; fakat haritayı açıp yemek yemeyi arzuladığım pizzacının yerini saptamaya, tabelalardan yardım alıp oraya ulaşamaya çalışmak ürkütüyor beni. Yine de denemeye kararlıyım, kolay pes edemem. Arıyorum, bir sokaktan ötekine giriyor, isimler arasında kayboluyorum. Yakınındayım, biliyorum; ama sanki sokak benden kaçıyor. İnadım inat, kimseye sormadan yolumu bulacağım; kendime inanmam gerek. Keşke yanımda o da olsaydı, keşke birlikte kaybolsaydık... “Pardon, fotoğrafımızı çekebilir misiniz?” “Kusura bakmayın…” Ah Roma, seninle ne de iyi anlaşıyorduk; şimdi neden bana böyle düşman kesildin?


Yetersiz kalmak, acizliğin buz gibi yüzüyle hesaplaşmak… Böyle olsun istemezdim. Ne komik değil mi? Akşam yemeği yemek istediğim pizzacıyı bulamıyorum ve bu yüzden üzgünüm. Aman canım, kafayı taktığın şeye bak. Şehir tonla pizzacı dolu; başka yerde yersin olur biter, ne önemi var bunun? Ha, bu arada, bir fotoğrafımızı çekebilir misin?


Haritayla cebelleşirken aklım onda. Eve sağasâlim ulaşabildi mi, öğrenmek istiyorum. Varınca haber verecekti, daha sesi soluğu çıkmadı. Yalnızlığım merakımı besliyor; onunla iki kelime konuşabilsem yüreğim nasıl da ferahlayacak oysa… Karşıma çıkan her telefon kulübesi yeni bir işkence aletine dönüşüyor: dur, üşüyen ellerinle telefon kartını çıkart, soğuk ahizeyi kulağına dayayıp telefon tuşlarına bas, doğru numarayı çevirip çevirmediğine de dikkat et, ekranda yazanları bu karanlıkta okumak biraz zor ama olsun, sonra telefon çalsın, biraz bekle, biraz daha, az daha… Açan yok. Acaba başına bir şey mi geldi? Acaba başıma bir şey mi geliyor?


Ulu Roma, yedi tepesinin yedisinin de tepesine dikilmiş, ulumakta. Boylu boyunca uzanan Corso Caddesi’ndeki insan selinde boğulmamak için tutunacak hiçbir şeyim yok. Trafiğe kapatılmış caddeye akın eden kalabalık üzerime üzerime geliyor. Bağırarak konuşuyor hepsi, sesler birbirine karışıyor, bulanıklaşıyor; bildik sözcükleri aradan çekip çıkaramadıkça yabancılaşıyorum. Işığa aşırı hassas sağ gözüm, mağazaların spotlarından ötürü yaşlı… Senin de geceleri kurt olduğunu bilmezdim.


Hastalanıyorum. Boğazımda bir yanma var, bitkin düşmüş adalelerim sızlıyor. Burnum da tıkanmaya başlamış; kaybetmediğim bir koku alma yetim kalmıştı… Derhâl yatağa ulaşmam, yorganı başıma çekip sessizliğe sığınmam gerek. Kalan son enerjimle adımlarımı hızlandırmayı deniyorum; neyse ki ayaklarım hâlâ bana sadık. Zihnimi tüm vesveselerden arıtıp yalnızca yürümeye odaklanmalıyım. Topuklarım çivileşiyor, yere bastığımda zemine saplanıyorum; asfalttan kerpetensiz çivi sökmekse neredeyse imkânsız, her seferinde tabanlarım biraz daha parçalanıyor. Derken onlar da yavaşlıyor, duruyorlar. Öyle olsun… Gözlerim, kulaklarım, burnum, kalbim, ayaklarım ve ben, Tiber üstündeki bir köprüde kalakalıyoruz. Neden buraya getirdiniz beni? Uca dek gidip aşağı bakıyorum; altımda, kuvvetli debisiyle Roma’nın kanı akıyor. Pekâlâ… Eksiğim buydu demek... Haklısınız, başka türlü olamazdı zaten…


Nefesimi tutuyor ve nehre kendi kanımdan bir damla da ben katıyorum. Şimdi Tiberinus’la kan kardeşiyiz.



Tanıştığımıza çok memnun oldum Roma. Her hâlinle bana gözükmekten çekinmediğin için sana minnettarım.


Tekrar buluşmak dileğiyle...



2007

yazan <$BloMelik Saraçoğlu/em>, /p>


<$Blo0m:

<$BloYorum Gönder


© 2007 Blogger Templates ve GeckoandFly. Tasarım: Andreas Viklund