<$Blo
Yapacak hiçbir şeyin yok. Dudaklarında, varlığının farkına şu an vardığın, yapmacık bir tebessümle öylece dikiliyorsun. Karşında, gözünün içine baka baka, susmaksızın konuşan bir kadın var. Bu ne kadardır böyle, farkında bile değilsin. Birkaç saniye mi, birkaç dakika mı? Ağzını açamazsın ki. Kadının ne ismini hatırlıyorsun, ne de kim olduğunu.
Ama adı kesin Yonca’dır… Ailesi o ismi beğendi de kızlarını Yonca olmaya uygun biçimde mi yetiştirdi acaba? Belki de doğduğunda adını Müge koydular, aradan yıllar geçip Müge’nin tam bir Yonca olduğu anlaşılınca ismini değiştirmek zorunda kaldılar. Öyle idiyse, nüfus memuru hiç sorun çıkarmamıştır. Hatta gülümsemiş, sitemkâr bir ses tonuyla, geç bile kaldınız demiştir. Gerçi belli de olmaz. Yeni doğan ağabeyimin nüfus kayıt işlemleri sırasında, binbir türlü dilbazlıkla babamları kandırıp çocuğa kendi dedesinin adını verdiren kurnaz nüfus memuruna rastladılarsa işleri zorlaşmış olabilir. Öte yandan, aynı nüfus memuru, kızlarına Yonca’dan başka bir isim koyamayacakları konusunda aileyi ikna etmiş de olabilir.
Zaten işini severek yapan bir nüfus memurunun bir şarap eksperinden pek farkı olmuyor. Tanımadıkları bir kimsenin adını, yaşını, doğum yerini bir bakışta tahmin ediveriyorlar. Hatta belirli bir seviyeye ulaştıklarında, seçtikleri bir dala yönelip o dalda uzmanlaşıyorlarmış. Tıp konusuyla alakadar bir nüfus memuru, kişinin hangi hastanede doğduğunu anlayabilirken; psikanalize gönül vermiş bir diğeri, ebeveynlerin çocuklarına koydukları adın arkasında yatan gerçekleri açığa çıkarabiliyor. “Hegel”ci nüfus memurlarıyla “Hume”cu nüfus memurları arasında yıllardır süregelen ünlü tartışmalara değinmeye gerek dahi yok.
Ne yazık ki, sen böyle bir beceriye sahip değilsin. Tamam, kadının adının Yonca olduğunu tahmin ettin, ama emin olmazsın ki. Ayrıca ismini bilmen, kim olduğunu anımsamana yardımcı olmuyor. Yani yanılıyor da olabilirsin. Sana anlattıklarını dinlesen, dinleyebilsen, belki de kimliği açığa çıkacak… Kulağındaki küpeler buna izin vermiyor ki! Bir de Yonca’nın yanında duran kız. Neyse, ona bakma da ayıp olmasın… Çirkin, kocaman küpeler. Yonca’nın ağızdan çıkan her kelimeyle bir ileri bir geri sallanıp duruyorlar. İleri…geri…ileri…geri… Kadınların böyle büyük küpeler takarak erkekler üzerinde bir çeşit hipnotizma etkisi yarattıklarını, dediklerini dinlemek yerine o çirkin şeylere bakakalan erkeklere isteklerini kolayca kabul ettirdiklerini bir yerlerde okumamış mıydın? İleri…geri…ileri…geri… Kendine gel! Neden takarsınız ki o küperleri? Hâlbuki takısız bir kulak çok daha hoş görünür. Surata, dudaklara, gözlere toplanacak dikkati dağıtıp o kıkırdağa çekmenin ne âlemi var?
Bak, yandaki kız küpe takmamış. Güzel kız. Nasıl da sana bakıyor! Yonca’yı tanıyamamış olduğunu sezdi mi acaba? Kesin anlamıştır. Ondan bir şey kaçar mı hiç? Hem güzel, hem akıllı… O kadar akıllı ki, yüzüne bakıp ismini tahmin etmenin imkânı yok. Bazısının hangi takımı tuttuğu bile bellidir suratından. Oysa bu kız farklı… Elif değildir. Serap kesinlikle olamaz… Yonca denen meymenetsiz kadın, karşılaştığınızda sizi tanıştırma inceliğini göstermiş olsaydı, ismini tahmin etmek için böyle kıvranıp durmayacaktın. Bu düşüncesizlik değil de ne? Densiz, ne olacak! Nezaketen, yanındaki kişiyi takdim etmesi gerekirdi. “Bak bu arkadaşım Sezgi.” Sezgi mi? Yok artık!
Bir ailenin, çocuklarına klozete işemekten sonra ilk öğretmesi gereken şey budur oysa: Birbirini tanımayan iki tanıdığının tanışmasına yardımcı olmak. O halde asıl suç anne babasında. Çocuklarına bunu öğretemedilerse kim bilir onlar ne kadar düşüncesiz insanlardır… Yoksa bu Yonca, Hakkı Amcaların kızı mı? Sîmâen de andırıyor. Neden olmasın? Geçen kurban bayramında, babanlar kibarlık edip adama koca bir koyun budu yollamamış mıydı? Hakkı Bey de, sağolsun, tabak içi boş şekilde iade edilmez diye düşünmüştü. Ne ince bir düşünce! Tabağa koyacak hiçbir şey bulamayınca, yediği buttan arta kalan kemikleri iyice sıyırmış, özenle tabağa yerleştirip babanların kapısını çalmıştı. “Kaynatır, et suyuna çorba yaparsınız artık.” diye de eklemişti pişkin pişkin. Böyle adamın böyle kızı olur işte! Tamamdır. Bir sorunu daha çözdüm. Zeki adamım vesselâm. Gerçi, Hakkı Amca’nın kızı var mıydı ki? Yoktu galiba… Bir oğlu vardı… Arkeoloji okumuştu. Sonra da dinozor kemikleriyle ilgili bir araştırma için Amerika’ya gitti…
Onu bırak da, yanda duran kız hakikaten güzel. Başka bir güzellik bu. Daha önce karşılaşmadığın, belki bir daha da hiç rastlayamayacağın türde bir güzellik. Az önce şöyle bir bacaklarına baktığını fark etti mi ki? Etmez olur mu? Kimden bahsettiğini, karşında kimin olduğunu bir daha düşün istersen. Elbette her şeyin farkında o. Meraklanma, hoşuna da gitti bacaklarına bakmış olman. Beğenildiğini bilmek ona haz verir. Öyle saçma sapan ahlâk kurallarını kafasına takmaz. Ayrıca, eğer rahatsız olsa belli ederdi. İkiniz arasında bu tür önemsiz meseleler sorun yaratmaz. Bir bakışıyla sezdirirdi sana. “Burası bana bakman için uygun değil. Daha yalnız olacağımız bir yerde, elimi tutup bana istediğince bakabileceğin bir yerde…” diye fısıldardı gözleri. Açık olan bir şey var; sen bu kızı sevebilirsin, hem de çok. Asıl güzel olansa; o da seni sevebilir.
Aklında o var. Yonca’yı dinliyormuş gibi görünmek için “hımm”, “humm” gibi acayip sesler çıkarıyorsun sadece. Zaten dinlemesini hiç beceremezsin ki. Ama bu senin kabahatin değil. Yıllarca insanları dinlemeye çalıştın, elinden geleni ardına koymadın. Oysa her konuşanın kendine has bir dinlenme arzusu vardı. Bir tanesini hiç gıkını çıkarmadan, pür dikkat dinledin; sinirlenip “Ne o, anlattıklarım hiç ilgini çekmedi galiba!” diye çıkıştı. Dersini almıştın. Bu sefer, bir başkasını dinlediğinde, ilgili olduğunu göstermek için aralara “anladım”ları, “ya!”ları, “ee?”leri sokuşturmaya çalıştın. “İki dakika sus da lafımı dinle!” dedi. Artık bir şey anlatıldığında, ne şekilde dinlemen gerektiğini düşünmekten karşıdakini duyamaz hâle gelmiştin. Olmuyordu. Ama yılmakta, dinleme konusunda özgüvenini kaybetmekte haklısın. Suç sende değil, konuşanlarda.
Şu Yonca denen nursuz kadının anlattıkları da önemli olmasa gerek. Dinleme çabanı hak etmeyecek lakırdılardır muhakkak. Onu bırak da, yandaki kız hakikaten güzel. Baksana, o da sonunda Yonca’nın attığı tirada olan ilgisini kaybetmiş. Bir etrafına, bir tırnaklarına bakıyor. Her hareketinde bir asâlet, bir incelik gizli. Daha da önemlisi, seni sen olduğun için seviyor. Hiçbir şey umurunuzda değil. Aynı arzuyu paylaşıyorsunuz: Bir olmak, bir arada olmak. Fakat bunu başarmak için etrafınızda, size gölge yapacak fazlalıklardan kurtulmanız şart. Arınmalı, sıyrılmalısınız. İkiniz de biliyorsunuz; aranızda duran, aranıza giren, sizi ayrı tutmak için elinden geleni yapan, susmayan Yonca’nın orda olması için hiçbir neden yok. Orada, böyle asil bir duyguyla bütünleşmiş iki insanın yanıbaşında durma hakkına sahip değil Yonca. En az senin kadar, yandaki kız da farkında bunun. Zaten düşüncelerinizi, hislerinizi paylaşmak için birbirinize bakmanıza bile gerek yok. Teksiniz siz, yeksiniz. Hep öyle olmuştunuz. Beyniniz, kalbiniz bir. Ebedî saadete ulaşmanız için tek gereken, Yonca’nın gitmesi, yok olması. Cesursunuz da. Aşkınız için kimi toplum kurallarını çiğnemekten, kabalık yapmaktan çekinecek değilsiniz elbette. Git diyeceksiniz Yonca’ya. Gölge etme, başka ihsan istemeyiz. Ha sen söylemişsin, ha yandaki kız. Diyeceksiniz işte. Ama onun sana olan sevgisi, senin ona beslediğin sonsuz aşktan bile büyük. Böyle bir fedakârlığı senin için seve seve yapar, Yonca’yı yanınızdan def edecek cümleleri sarf eder. Edecek de. Bak, gözlerini tırnaklarından ayırdı, önce sana, ardından da Yonca’ya çevirdi. Bir şeyler söylemeye hazırlanıyor, yüzünden belli. Ne kadar kusursuz, ne kadar soylu bir yüz… O güzel dudaklarındaki ufak kıpırtıları seziyorsun. Söyleyecek. Her şey o an bitecek ve her şey o an başlayacak. Kadere inanmazdın, artık inanıyorsun. İşte ağız açıldı. Düğüm çözülüyor. Kelimeler, o sihirli kelimeler bir bir dökülüyor dudaklardan. Hadi ama Zeynep çok sıkıldım, gidelim artık, diyor orospu.
2004